Bundan bir süre önce ülkemiz kanlı bir cinayet haberiyle sarsıldı. On dokuz yaşında bir genç İstanbul
surlarına çağırdığı sevgilisini kafasını keserek surlardan aşağıya atmıştı. Aynı şahıs kısa bir süre önce
de bir diğer genç kızı kesip parçalamıştı. Kızların parçalarını surlardan aşağı atan genç daha sonra
kendisi de aşağıya atlayarak intihar etti.
Olayın duyulması üzerine tepkiler gecikmedi. Kendilerini bir süre önce çıktığımız İstanbul
Sözleşmesinin zincirinden henüz kurtaramamış olanlar malum nakaratları tekrarladılar kadınlarımız
Tehlikede erkek egemenliğine son Daha da ileri gittiler erkeklere ağıza alınmadık küfürler ettiler.
Çoğu vatandaşımız da idam geri gelsin, bu adamları sorgusuz sualsiz asmalı gibi tepkiler verdiler.
Gerçekte bu tepkilerin hiçbirisi sorunun temel nedenlerini araştırıp buna göre yapılan
değerlendirmelerin sonucu değildi.
O günlerdeki farklı cinayetlere bir bakmakta da yarar var. On yedi yaşındaki bir çocuk harçlık vermedi
diye babasını av tüfeği ile vurup öldürüyor. Bir adam karısı ile birlikte altı çocuğunu öldürdükten sonra
intihar ediyor. Başka bir adam sokakta durup telefonla konuşan bir polise arkasından yaklaşarak
sırtından altı yerinden bıçaklıyor. Birisi sevgilisini öldürüp intihar ediyor. Bir diğeri eşine hakaret etti
diye öz annesini öldürüyor. Bu arada Diyarbakır'da on iki yaşındaki Narin adlı kız çocuğunu ailenin
hangi ferdi tarafından öldürüldüğü sorusu açığa çıkmadı. Olay şeytan işine döndü. Liste uzayıp gidiyor.
Cinayetlerin ortak yanına gelince, bunların hiç birisi bir anlık öfkeyle, kavga esnasında işlenmiş değil.
Çoğu önceden tasarlanmış ve yine çoğunda katil sonradan intihar ediyor. Yine birçok olayda katilin
madde bağımlısı ve akıl hastası olduğu doktor raporlarıyla belirlenmiş. O halde klasik ceza
yöntemleriyle bunları önlemek imkansız gibi görülüyor.
Başta idam cezası olmak üzer tüm cezalar insanları suç işlemekten caydırmak için tertip edilir. Sağlıklı
düşünen bir kişi bir suç işlemeden önce düşünüp artısını eksisini tartar. Ceza alma olasılığını hesap
eder. Cezadan kurtulup kurtulmayacağını düşünür, işe öyle girişir. Örneğin banka soyguncusu bu işi
yapmadan önce uzun bir kaçış planı hazırlar, işi bitince de hemen kaçar. İnsanları suç işlemekten
caydıran cezalar iki türlüdür. Dini inançları olan birisi öteki dünyada alacağı cezaların korkusuyla
kendini frenler, ya da kendisine verilmiş olan ahlaki eğitim onu suç işlemekten alıkoyar. İnançsız
kişiler ise devletin veya toplumun vereceği cezalardan korkarak suçtan uzak durur.
Bizim örneklerin çoğunda ise suçu işleyen kişi sonunda intihar ediyor. Kafası kesilerek surdan aşağı
atılan genç kız daha önce bir intihar girişiminde bulunmuş. Belki de kendisini öldüren adamla birlikte
beraber ölelim türküsünü söyleyerek ölüme gitmiştir, bilinmez. Altı çocuğunu öldüren baba ise
bipolar bozukluk dediğimiz tehlikeli akıl hastalığından tedavi görmüş. Adamı iyileştin diye
salıvermişler. Sonra olanlar olmuş. Bunlar çift kişiliklidirler. Bir gün çok masum bir insan, bir başka gün
ise tehlikeli bir cani olabilirler. Böyle insanları ölüm cezası ile korkutamazsınız. Tek çözüm bunları
tedavi etmek, tedavisi mümkün değilse toplumdan uzak bir mekanda kapalı tutmaktır.
O halde idam cezası ancak sınırlı bazı durumlarda caydırıcı olabiliyor. Bu konuda yasa koyucuya
önemli bir görev düşüyor. Her an tehlikeli olabilecek belki de binlerce akıl hastası aramızda serbestçe
dolaşıyor. Bir süre hastaneye düşenler, kısa zaman sonra sen iyileştin denilerek bırakılıyor. Biz buna
inanmıyoruz, güvenmiyoruz. Emniyet kuvvetlerimiz uyuşturucu satıcılarıyla yeterli mücadele yapıyor,
suçluları tutup getiriyor. Ama yasaların yetersizliğinden bu adamlar kısa süre dışarı çıkıp işlerine
kaldıkları yerden devam ediyorlar. Aynı sıkıntı akıl hastaneleri için de mevcut. 1960 larda hatırlarım,
İstanbul'da Bakırköy Akıl Hastanesinin alt katında kapalı bir avlu vardı. Tehlikeli deliler buraya
kapatılırdı. Yemekleri de özel güvenlik önlemleri alında kendilerine verilirdi. Sonra insan hakları diye
bir laf çıkardılar, deliler boşandı. Mesele bundan ibaret.