İnsanlık tarihi boyunca, inanç ve inançsızlık şeklinde ortaya çıkan çatışmalar ve tartışmalar, sıkça gündeme gelmiştir. Bu tartışmaların en belirgin olanı, Allah’a iman edenler ile Allah’a iman etmeyenler arasındaki farklılıklardır. İman etmeyenler genellikle anlaşılır saiklerle, kendi içsel huzursuzluklarını dışavurmakta ya da çevrelerine karşı bir savunma mekanizması geliştirmektedirler. Bu yazıda, Allah’a iman etmeyenlerin, Kur’an’da belirtilen ayetler ışığında, sürekli olarak neden bahane ürettikleri ele alınacaktır.
Kur’an, Allah'a eş ve ortak koşan müşriklerin akıl yürütme biçimlerini ve peygamberlere karşı sergiledikleri tutumları açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Müşrikler, Allah’ın dosdoğru bir yol gösterici olarak gönderdiği peygamberin mesajını dinlemek yerine, inkâr yolunu tercih etmişlerdir. Bu durum, onların inançsızlıklarına bir kılıf uydurma çabası olarak değerlendirilebilir. Peygamber Efendimize karşı gelerek, onun getirdiği mesajları, kitapları ve ahiret inancını alaya almışlardır. Kur’an’da bu durumu ifade eden bir örnek bulunmaktadır: “(Bir de) dediler ki: 'Bu nasıl peygamberdir ki (bizim gibi) hem yiy(ip içiy)or, hem de çarşı (pazar)larda geziyor? Ona, kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi?'” (En’am, 6/9).
Müşriklerin, inanmaktan ziyade, sürekli imanın gerekliliklerine karşı çıkma isteği, aslında onların içsel çatışmalarını ve çözüm arayışlarını yansıtmaktadır. Peygamberin sıradan bir insan gibi yaşamını sürdürmesi, onların akıllarında çeşitli bahaneler üretmelerine neden olmuştur. Bu noktada, müşriklerin isteği, evrensel bir gerçekliğin değil, yalnızca kendi beklentilerinin karşılanmadığını ifade etmektedir.
Kur’an, bu tür itirazlarda bulunanların durumunu oldukça çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. “(Mekke kâfirleri) dediler ki: 'O’na Rabbi tarafından bambaşka bir delil (mucize) indirilseydi ya!' (Onlara) de ki: 'Şüphesiz Allah başka bir delil (mucize) indirmeye kâdirdir'” (En’am, 6/37). Burada, azgın müşriklerin, zahirî mucizelerin peşinde koşmaları, onların evrensel gerçeklere karşı duydukları o baskın şüpheden kaynaklanmaktadır.
Ayrıca, bu köktenci tutumları nedeniyle, müşrikler peygamberin getirdiği açık ve net ayetlere de karşı çıkmıştır. “O kâfirler: 'Bu (Kur’an) onun uydurduğu bir yalandan başkası değildir; başka bir topluluk (olan Yahudi ve Hristiyanlar) da ona yardım etti' dediler” (Enbiya, 21/5). Bu tür suçlamalar, inanmaktan kaçınmanın bir aracı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü gerçekleri kabul etmek, onları kendi inandırıcı dünyalarında sarsabilir.
Kur’an’da geçen bir diğer önemli nokta, müşriklerin iman etmeye yanaşmadıkları insanların sayısının vurgulanmasıdır. “Öncekiler de, (peygamberlerini) yalanladılar. Bunlar (Mekkeli müşrikler), dünyalıkça öncekilere verdiklerimizin onda birine bile erişemediler” (Ghafir, 40/82). Bu ayet, onların inkârlarının sadece bir ruhsal modelin değil, aynı zamanda tarih boyunca süregeldikleri bir toplayıcılığın da ürünü olduğunu ortaya koymaktadır.
İnançsızlığın arkasında yatan çeşitli mekanizmaların yanı sıra, cehaletin de etkin bir rol oynadığını unutmamak gerekir. Müşrikler, sırf Peygamberin getirdiği mesajı anlamamakta ve ona karşı koyarak kendi dünyalarında bir rahatlama alanı oluşturma çabası gütmektedirler. Bu noktada, Kur’an, “De ki: '(Ey müşrikler!) Size sadece bir tek öğüt vereceğim: (Buradan sırf) Allah için ikişer ikişer ve(ya) teker teker kalkın, sonra (benim hakkımda) iyice düşünün'” (Sebe, 34/46) ifadesiyle, bu kişilere akıllarını kullanma ve düşünme çağrısında bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Allah’a iman etmeyenlerin sürekli bahaneler üretmeleri, onların kendi içsel çatışmalarına, korkularına ve tariflenemeyen ruh halleriyle doğrudan bağlantılıdır. Kur’an’da yer alan ifade tarzları, bu durumun nasıl bir kirlenmeye yol açtığını ve geçmişteki benzer durumlardan nasıl ders alınması gerektiğini işaret etmektedir. Gerek bireysel olarak gerekse toplumsal anlamda bu tür inkarlar, aslında insanlığın özüne, yaratılışının temel değerlerine ve Tanrı’nın kudretine bir tür itaatsizlik olarak yorumlanabilir. Bu davranışlar karşısında sergilenen tavırlar, insanın kendi varoluşunu sorgulaması ve derinlemesine düşünmesi gereken bir dönemi işaret etmektedir.